Türkiye’deki İş Cinayetleri Alman Basınında

süddeutsche-page-001

fotoğraf üstü yazı:

Türkiye’deki işçilerin %10’u bile sendikalı değil

Bu oran bile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a fazla geliyor

 

 

Öldüren Hırs*

 

Türkiye’deki çalışanlar diğer ülkelerdekilerden daha tehlikeli bir hayat yaşıyorlar: Sadece geçen yıl 1730 insan çalışırken öldü. Nedeni bazılarının işini doğru dürüst yapmaması ve çoğu zaman bunlardan hesap da sorulmaması.

Hayatını kaybedenlerin ardından yas tutanları İstanbul’da ziyaret ettik. Bu insanlar olanlar için “iş cinayeti” diyor.

 

Mike Szymanski’den

 

İstanbul – Anma nöbeti sessiz bir koreografiyle başlıyor. Büyük kartonlara basılı fotoğraflar, hafıza kartları gibi ortaya konmuş. Her biri hayatını kaybetmiş bir insanı gösteriyor. İsimleri, kaza yeri ve ölüm günleriyle. 19 kader dört sıra halinde yan yana. Sadece en alt sırada bir yer boş. Hiç sonu gelmeyen bir sıra bu.

Bu sıra, hiç durulmayan bir yerde kenarda serili. İstanbul’un alışveriş merkezi, İstiklal Caddesi’nde. Cadde haftanın yedi günü gecenin geç saatlerine kadar kaynıyor. Çalışırken hayatını kaybetmiş insanlara ağıt yakılmak istendiğinde bile – İstiklal Caddesi devasa bir pazar yeri.

Ayın ilk pazar günü. Galatasaray Lisesi’nin önünde, başkaları işlerini yapmadıkları için artık hayatta olmayanların, aileleri ve yakınları toplanıyor. “Adalet Arayan İşçi Aileleri adına, hoş geldiniz,” diyor Sema Erdem Tunay. 35 yaşında bir kadın. Giydiği açık kahverengi ceket, kız kardeşi Selin’e ait. Kız kardeşinin fotoğrafı en üst sırada, 16 numarada duruyor.

“Ancak ailenizin başına geldiğinde anlayacaksınız.”

Ürkütücü bir vurdumduymazlık ve ders almama hikâyesi bu. Buradaki herkes anlatabilir bu hikâyeyi. Kız kardeşini kaybeden Sema Erdem Tunay mesela. Veya 50 yaşındaki Erdinç Eroğlu. Bu buluşmada Erdinç’in oğlu Eren de anılıyor. Dört sıra ötede Berrin Demir oturuyor, avukat, 52 yaşında. Şimdiye kadar hep başkalarının korku hikâyelerini dinlemiş. Şimdi kendi hikâyesi var. Kuzenleri hayatını kaybetmiş.

Her gün çalışırken birileri ölüyor. Dünyanın her yerinde. İstatistiklerde 2,3 milyon kurban kaydedilmiş. İş, kirli olabilir. İş, öldürebilir. İş dünyasının genel olarak parlak biçimde aydınlatıldığı ve klinik olarak temiz bulunduğu Almanya’da neyse ki bu durum önleniyor. Buna rağmen, geçtiğimiz yıl Almanya’da da 483 kişi çalışırken hayatını kaybetti. “Türkiye’de insan hayatının değeri yok,” diyor Sema Erdem Tunay. “Sorumlulardan hesap sorulmuyor,” diyor Erdinç Eroğlu. “Bizde insan hayatlarına mal olan şey, hırs,” diyor Berrin Demir. Türkiye’de –bu üç insanın da kaderlerini belirleyen– başka şeyler dönüyor.

İnsanların burada kıymetli varlıklar olmadıklarını öğrenmek zorunda kalmışlar. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Cumhuriyetin 100. yılı olan 2023 yılına kadar ülkesini dünyanın en büyük on ekonomisinden biri haline getirmek istiyor. Bu konudaki ihtirasını, yıldan yıla çifte gökdelenlerin yükseldiği İstanbul’un siluetinde okumak mümkün. Türkiye’yi bir şantiyeye dönüştürmüş durumda. Bu şantiyede, çalışırken Almanya’dakinin üç katı kadar insan ölüyor. Sadece 2015’te yaklaşık 1730 kişi. Türklerin kaza diye nitelemek istemedikleri kadar çok ölü var. Galatasaray Lisesi’nin önünde buluşan yaslı topluluğa göre bunlar, iş cinayeti.

Selin Erdem işçi bayramında, 1 Mayıs 2002’de hayatını kaybetti. 27 yaşındaydı, bir dizi film ekibinde çalışıyordu, sektörün parıltılı dünyasını seviyordu. Bir okulda çekilen dizinin adı Arka Sıradakiler. O gün bir türlü bitmek bilmez. Bazen makyajla, bazen de kulis işleriyle uğraşan asistan Selin’in birkaç dakikalık molası vardır. Ancak yapımcı firma, bir dinlenme alanını tasarruf nedeniyle film ekibine çok görür. Selin Erdem dışarıya çıkar ve yemek molası için kaldırıma oturur.

Catering firmasının şoförü Selin’i fark etmemiş olmalı. Aracı da çok hızlı kullanmaktadır. Hemen sonra ablası setten aranır. “Kötü bir şey oldu.” Sonra, mahkemede, çaycılıkla iştigal eden 60 yaşındaki emekli şoförün, altı yıldır hiç araba kullanmamış olduğu ortaya çıkar. Sigortalı da değildir.

Sema Erdem Tunay, konuşurken kardeşinin ceketini üstünden çıkarmıyor. Daha sonra sıcak bir sobanın yanında otururken de. Ceketi çıkaramayacağını söylüyor. Henüz değil! Yoksa kederden kendisini yer bitirirmiş. Ve öfkeden.

İstanbul’un tekstil semti Zeytinburnu’nda üç oda, bir salon, küçük ve soğuk bir daire. Erdinç Eroğlu mahkeme belgeleriyle dolu dosyayı salondaki masadan topluyor. Hava karardı. Eşi neredeyse işten eve döner. Erdinç’in huzursuzluğuna eşi katlanamıyor. Yatmaya gitmeden önce, oğlu Eren’in duvara asılı, televizyona yakın fotoğrafının önünden geçiyor. Fotoğrafta polo tişörtlü, uzun boylu, 17 yaşında bir genç var. Annesi fotoğrafı okşuyor. Erdinç, eşinin bu şekilde yas tuttuğunu anlatıyor.

30 Ekim 2013, akşamın geç saatleri. Baba yemek pişirmiş. “Baba, dünyada kimse ıspanağı senin kadar iyi pişiremez.” Erdinç Eroğlu oğluyla birkaç dakika geçiriyor. Beraber yemek yiyorlar. Anne hâlâ atölyede, tişört dikiyor. Aile bununla geçiniyor. Eren ertesi gün sabah 07:30’da evden çıkıyor.

Eren kendi parasını kazanmaya başlamış. Reklam şirketi TDS için çalışıyor. Ayda yaklaşık 1000 lira, 300 avro kazanıyor. O gün Özel Doğa Hastanesi’nin cephesine yeni harflerin takılması gerekiyor. Eren, cepheye ulaşabilmek için meslektaşı Haydar ile yandaki küçük binanın çatısına çıkıyor. Bir merdiven açıyorlar. O anda akıma tutuluyorlar. Çatının hemen 2,5 metre üzerinde, İstanbul’u cereyanla besleyen iki adet 154 KW gücünde yüksek gerilim hattı kablosu bulunuyor. Eren ölüyor, meslektaşı ağır yaralanıyor. İlgili mevzuat uyarınca çatı ve kablolar arasında en az beş metre mesafe bulunması gerekiyor.

İstanbul’un ortasında bir işyeri. Avukat Berrin Demir’in o kadar sık duyduğu halde anlamını hiçbir zaman kavrayamadığı bir cümle vardı: “Ancak ailenizin başına geldiğinde anlayacaksınız.” 13 Mayıs 2014’te, Soma’da gerçekleşen Türkiye’nin en büyük maden faciasında, 301 kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında Berrin Demir’in kuzenleri Sadık Akdağ ve İsmet Yılmaz da var. O cümlenin anlamını artık kavrıyor.

Kaza günü saat 15:00’e doğru bir trafo patlıyor. Ardından yeraltında kilometrelerce derinlikte faciaya yol açan bir yangın çıkıyor. Berrin Demir felaketi öğrendiğinde İstanbul’da. Teyzesine ulaşmaya çalışıyor.

Kuzenlerinin göçük altında mahsur kalıp kalmadıklarını öğrenmek istiyor. Ölüm haberlerini alması iki gün sürüyor. Cansız bedenleri bir kavun deposunda muhafaza ediliyor. Dönemin başbakanı Erdoğan, facia bölgesine gidiyor. Ziyareti yaşanan acıyı katmerliyor. Kazanın bir mukadderat olduğunu Soma’da söylüyor.

Mukadderat?

Soruşturmalar başka bir şey söylüyor. Madendeki karbon monoksit yoğunluğu çok yüksekmiş. Çalışmaların çok evvelden durdurulması gerekiyormuş. Sensörler uyarıda bulunmuş, ama uyarılar gözardı edilmiş. Madenciler için acil kurtarma odası yokmuş. Gaz maskeleri en fazla 45 dakika işe yarıyormuş. Müfettişler tüm bunları görmezden geliyormuş.

İsmet Yılmaz sürekli bir şey olacağından korkarmış. Korkusunu faciadan çok önce, Berrin Demir’le paylaşmış: “Bir gün aşağıda gömülüp kalacağız.” İsmet, ustaydı. Aylık geliri 1500 lira, 500 avroydu. Ama ayın otuz günü madene inmesi şartıyla. Madene bir gün inmemek demek, iki günlük gelirden mahrum kalmak demekti. Avukat hanım, “Oradaki çalışma şartları ortaçağdan kalma gibiydi,” diyor.

İstanbul’daki 1Umut Derneği geriye kalanlarla ilgileniyor. Bir de her yıl bir almanak yayımlıyor, tüm “iş kazaları”yla ilgili kalın bir kitap, gönüllülerin katkılarıyla. Bu kitap, uzun yıllardır yüzde beş civarında etkileyici bir büyüme hızına ulaşan Türk iktisadi mucizesinin karanlık yüzünün bir belgesi.

Ödenen bedeller hakkında sadece yas tutanlar konuşuyor. Sema Erdem Tunay İstiklal Caddesi’ndeki anma nöbetinde, 2015 yılının çarpıcı bilançosunu sunuyor. Ancak yıllar sonra mahkemeye intikal edebilmiş olaylardan, beraat etmiş şirket müdürleri ve inşaat müfettişlerinden bahsediyor. Hâkimlerin suç unsuru saptayamamaları nedeniyle temyize giden vakaları anlatıyor.

Bu eyleme katılanlar, altüst olmuş halde evlerine dönmek zorundalar. Zira Türkiye’de inşaatlarda, işletmelerde yaşanan gündelik cinnete dair o kadar çok şey duyuluyor ki. Sema Erdem Tunay şunu ifade ediyor: Bizzat kendisinin de yaşamak zorunda kaldığını yaşayanlar kendilerini yapayalnız hissediyorlar. “Burada kucaklanmaya ihtiyaç duyan insanlar buluşuyor.”

Türkiye’deki sendikalı işçilerin oranı yüzde onu bile bulmuyor. Ki Erdoğan’a göre bu bile çok. 1 Mayıs Bayramı, Taksim Meydanı gibi merkezi meydanlarda kutlanamıyor.

İktisadi mucizenin tüketimden sonraki en önemli ayağı olan inşaat sektöründe pek çok insan ölüyor.

“Annemle babam ‘Allah böyle istedi’ diyor. Ben buna inanmıyorum. Ben cevaplar istiyorum.”

1Umut Derneği aracılığıyla, ölenlerin yakınlarına hiçbir ücret talep etmeden yardım eden avukatlardan birisi de Murat Deha Boduroğlu. “Çoğu insanın adil bir ceza verileceğine dair ümidi yok.” Şirketlerin her istediklerini yapabilmelerinin sebebi, yönetimin tutumu. Denetimler? Müfettişler? Bunlar pek çok işvereni korkutmuyor. İşlerini yapmayan bürokratların da korkmalarına gerek yok. “Genel uygulama bunlara soruşturma açılmaması yönünde,” diyor avukat. Türk Ceza Hukuku uygulamasında yer alan, memurlara fiilen bir nevi dokunulmazlık bahşeden kanunların varlığından söz ediyor. “Amir konumundaki bir memur mahkeme huzuruna çıkmadıkça bu böyle devam edecek. Emsal oluşturacak bir karar yok.” Şirketlerdeyse sorumluluk, başkasına devredilemeyecek bir noktaya kadar indiriliyor. O en son nokta çoğunlukla taşeron oluyor. Sonunda kabak en zayıf olanın başına patlıyor.

Sema Erdem Tunay’ın kız kardeşinin vakasında, felaketten dört gün sonra felakete yol açan şoföre karşı iddianame hazırlanmıştı bile. Kısa süre sonra da karar verilmişti: araç sürücüsüne dört yıl hapis cezası. Yapımcı film şirketinden hiç kimse mahkemede yargılanmadı. “Çekimler bir okul binasında yapılıyor ve mola için alan bulunamıyor, öyle mi?” Ablanın şüpheleri var. Ebeveynleriyle sık sık mezarı ziyaret ediyorlar. “Annemle babam ‘Allah böyle istedi’ diyor. Ben buna inanmıyorum. Ben cevaplar istiyorum. Ve adalet.”

Çatısında Eren Eroğlu’nun öldüğü hastaneyi ziyaret ettik. Yeni reklam panosu hâlâ asılmamış. Giriş katındaki toplantı odasının duvarları, kalite sertifikalarıyla dolu. Burada, ellilerindeki hastane şefi Nabi Kırmızı oturuyor. Gömleğinin üst kısmı iliklenmemiş, kayıtsız bir tavrı var. Eroğlu’nun ölümü ve diğer iş kazaları için, arkasında asılı sertifikalar gibi çerçevelenmeye layık, talihsiz bir yorumda bulunuyor: “Azgelişmiş bir toplumun kaderi bu.”

Her halükârda hastanenin çatısının üstündeki yüksek gerilim hattıyla bugüne kadar kimse ilgilenmemiş. Elektrik kablosu hâlâ orada. Hastane burada olmamalıydı. Kırmızı’ya, hastanenin yüksek gerilim hattının hemen altında ne aradığı sorulduğunda, soruyu anlamamış gibi bakıyor. “Bu üzücü bir hikâye. Kablo tehlike oluşturduğu için yetkililere başvurduk.” Bu kadar. Yargı, sorumluları, iki adamı çatıya gönderen reklam firmasında arıyor. Yüksek gerilim hattının altındaki hastaneye onay veren memurun mahkeme huzuruna gelmesine ne hacet!

Eren’in babası Erdinç, hâkimle tartışmış. Hâkim kendisini kenara çekip bu davayla neden bu kadar inatla ilgilendiğini sormuş – bu, oğlunu geri getirmeyecekmiş. Eroğlu hâkimin sözlerini unutmamış: “Bu dava bu kadar önemli mi? Bu siyasi bir dava değil ki!” Baba cevap vermiş: “Bu çok daha önemli bir dava.” Babanın dedikleri şu: “Her yıl iş kazalarında 1700 kişi ölüyor. Geçen yıllara göre hesaplayınca, bu bir savaş gibi, öyle değil mi?”

Soma’daki maden faciasıyla ilgili dava aylardır devam ediyor. Berrin Demir, memurları ilgilendiren dosyaların ayıklandığını söylüyor. Suçlananların neredeyse tümü, facianın sorumluluğunu felakette ölen bir mühendise yüklemeye çalışıyor. Eski şirket müdürü, avukatı vasıtasıyla, işyerinde ne mühendis, ne tekniker ne de iş güvenliğinden sorumlu bir uzman olmadığını beyan etmiş – ve dolayısıyla sorumlu bulunmadığını belirtmiş.

Berrin Demir’i şu konu öfkelendiriyor: Şirket, sorun çıkartmayanlarla bonkörce ilgileneceğine söz vermiş. Bahsedilen konu tazminatlar, bu madenden başka büyük bir işverenin olmadığı bölgedeki iş imkânları. Türkiye’de tazminat düzenlemesi denince bunlar anlaşılıyor.

Tekrar İstiklal Caddesi’ndeki anma nöbetindeyiz. Selim Erdem Tunay, ceketinin içine gömülüyor. “Bir yıl boyunca evden dışarıya adım atamadım,” diyor. Sadece duruşma günlerinde kendini çıkmaya zorlamış. Eroğluların kızı birkaç ay evvel evlenmiş. Baba “Yavaş yavaş kendimize geliyoruz,” diyor. Ama Eren’in odası, işe gittiği son günkü haliyle duruyor. Berrin Demir, kederinden ötürü bazen hiçbir şeye konsantre olamadığını söylüyor.

Hayat hepsi için bambaşka olmuş.

Vicdan ve Adalet Nöbeti’nin hemen yanında bir bina restore ediliyor. Baştan aşağı örtülmüş. Matkaplar uğulduyor. Vinçler saat gibi dönüyor.

*Bu makale 3 Mayıs 2016’da Süddeutsche Zeitung’da (no. 102) yayımlandı. Makalede geçen 2015 iş cinayetleri istatistik verisi İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) hazırladığı yıllık rapordan, rapora göre en az 1730 işçi hayatını kaybetti. Makalede bahsedilen Adalet Arayana Destek Grubu’nun hazırladığı İş Cinayetleri Almanağı 2015’e göreyse 2015’te en az 1703 işçi hayatını kaybetti.

Çeviren: Murat Deha Boduroğlu, Redaksiyon: Niyazi Zorlu, Orhan Kılıç, Eylem Can.